- 21.02.2015 00:00
“Radikal” sözcüğü Syriza’nın başarısından sonra güncel bir vurgu kazandı, çok da iyi oldu. Siyaset felsefesine dair sayfalar arasında kalmış “radikal demokrasi” kavramı, teoriden pratiğe geçip gün yüzü gördü, başka deyişle siyaset felsefesinden reel siyaset sahnesine taşındı. Daha önceleri uzak bir hedef, bir ütopya gibi sözünü ettiğimiz radikal demokrasi üstüne bundan böyle daha somut konuşabileceğiz. Buradaki radikal kavramı “keskinlik” olarak ya da salt sokaktan gelen olarak anlaşılmamalı, kurulu düzene, statükoya karşı köklü değişim talebi olarak görülmeli. Günümüzde temsili demokrasi kriz içinde, temsili reddetmeyen ama onunla kendini sınırlamayan, doğrudan demokrasinin araçlarını da kullanarak onu aşan, halkın özgücünün etkin olduğu, özgürlükçü, katılımcı demokrasi akla gelmeli.
Haziran seçimlerine giderken gündemi belirleyen iki siyasi parti var: AKP ve HDP. HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı merakı HDP üstüne dikkatleri yoğunlaştırdı. Barajın aşılması elbette çok önemli ve bu nedenle tartışmalar boşuna değil. Fakat dikkatlerin HDP üstünde böylesine toplanması salt bu merak nedeniyle olamaz. Eğer HDP dışında etkili bir demokratik muhalefet var olsaydı, HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı meselesi bu denli ilgi çeker miydi? Hiç sanmıyorum. Bence, dikkatlerin HDP üstünde yoğunlaşması henüz yeterince farkında olunmayan, yeterince su yüzüne çıkmamış, Türkiye’nin öteden beri gelen temel bir meselesine ilişkindir.
Türkiye’de toplumun sosyoekonomik tarihsel iç dinamikleri, kendilerini ne zaman politik düzlemde reel politika olarak hissettirmişlerse bunu bir askeri darbe ya da askeri müdahale izlemiş, bu dinamikleri bastırmıştır. Bir başka bastırma mekanizması daha var ki, o da birincisi kadar olumsuz bir rol oynuyor: Devlet dışında, toplumun bizzat kendisinin de bir başka (asli) değişim gücü olduğunu hayal bile edememek, yani devlet mağdurlarında dahi yerleşik olan patrimonyal devlet kültürü, devlet baba anlayışı, devlet tapıncı. İçselleşmiş vesayetçilik…
Türkiye’de 1990’ların ikinci yarısında, nedenlerine bu yazıda giremeyeceğim bir şeyler kımıldamıştı. Kaynayan tencerenin kapağının bu yıllarda aralandığına tanık olduk. Yerinden fırlamadı ama biraz aralandı. Toplum nefes almak istiyordu. (1) İslâmi muhalefet, (2) Kürt siyasi hareketi, (3) sol, liberal, Müslüman aydınlar ve daha geniş muhalif demokrat aydın hareketi siyasi kamuoyunu ciddi ölçüde etkiler hale gelmişti. O tarihten beri yazılarımda kalemimi bu üç tarihsel muhalefet dinamiğinin birbirine yakınlaşması yönünde kullandım. Aynı zamanda bu tezimi somut gelişmeler içinde test etmeye çalıştım. Radikal demokratik değişim gücü bu üç dinamiğin eklemli, hegemonik bileşkesinde ortaya çıkabilirdi. Fakat bunun nasıl hayat bulacağı önceden kestirilemezdi, sonucu somut gelişmeler belirleyecekti. Şunu da eklemeliyim; değişim mutlaka iyi şeyler doğuracak demek değildir, iyi de doğabilir kötü de ama değişim enerjisi yoksa hiçbir şey olmaz.
2002 genel seçimlerinde tarihsel İslâmi muhalefet geleneği içinden gelen AK Parti iktidar oldu. İzleyen yıllarda siyaset gündemini AK Parti ve onun etrafında örülen gelişmeler belirledi. Bugün de hâlâ gündem yaratmaya devam ediyor. Ancak yalnız yolsuzluklara bulaşmış olması nedeniyle değil pek çok nedenle maalesef bugünkü “AKP” 2002’deki “AK Parti” değil artık.
Askeri-bürokratik Kemalist vesayet rejimini tasfiye etme hedefi, ayrı yollardan yürünüyor olsa bile, 2010’a kadar zımnen ortak bir hedef haline gelmişti. Statükoya karşı sivil ve özgürlükçü bir değişim talebi etrafında geniş ve etkili bir kamuoyu doğmuştu. Bu talepler nihayet kendini yeni bir Anayasa ihtiyacı olarak somutladı. Türkiye’nin ihtiyacı çoğulcu, katılımcı, sivil bir yeni Anayasa idi. Radikal demokratik değişim talepleri hedefine ancak böyle bir anayasa ile varabilir, kendisi için yasal güvenceleri ancak öyle yaratabilirdi. Anayasa referandumu, ister “evet”, ister “hayır”, ister “yetmez ama evet”, isterse “boykot” deniyor olsun, son derece canlı, halka kadar giden tartışmalar yarattı, ciddi bir sivil toplum uyanışı oldu. Benim üçüncü dinamik olarak saydığım demokratik aydın hareketi ivme kazandı.
Askeri vesayetin geriletilmesinden sonra ise bu ivme maalesef düştü. 2011 seçimlerinin yapıldığı gün sonuçlar henüz kesinleşmeden önce yazdığım “AKP artık devlet partisidir “ başlıklı yazımda, otoriterleşme beklenilmelidir, “Demokrat ve değişimci güçlere şimdi daha çok iş düşecek” demiştim (Taraf, 13 Haziran 2011 ). Bu noktaya bir günde gelinmedi şüphesiz; “Alternatifsiz iktidar korkutucudur” (Taraf, 23 Şubat 2009).
2011 öncesinde yazılarımda şöyle bir tanım da kullanıyordum: “AK Parti’nin 2002’de tek başına iktidar olmasıyla geleneksel devlet erkinde bir yarılma oldu; ikili iktidar durumu doğdu, AK Parti iktidardaki tarihsel muhalefet, CHP ise muhalefetteki tarihsel iktidardır”. 2011 ile birlikte bu ikili iktidar durumu sona erdi, AKP devlet olurken, CHP de iktidarsız muhalefet haline geldi. Ne yazık ki, demokratik aydın kamuoyu da parçalandı. Kutuplaşma hızla her alana yayıldı. Ya AKP’den yanasın ya da AKP düşmanısın, ortası yok, gri alanlar yok…
Özetle, Türkiye elitist (oligarşik) siyasi rejimini çözdü, parlamento üzerindeki parlamento dışı vesayet önemli ölçüde kalktı, çoğunluk siyaseten söz hakkını kazandı ama çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü bir demokratik rejim değişikliği gerçekleşemedi, demokratik reformlar yarıda kaldı; çoğunlukçu, otoriter, polis devletine meyilli bir baskı rejimi içine girdik (Güvenlik paketi). 2015 haziranında yapılacak seçimleri ve HDP’nin parti olarak seçime girme kararını yukarıda çok özet, çala kalem çizdiğim dinamikler tablosu içinde görmeye çalışıyorum.
HDP’nin kararı kesinleştiğine göre (yeni bir karar olmadıkça), bu kararın doğruluğunu yanlışlığını tartışmak anlamlı olmayacaktır. Aynı şekilde, barajı aşıp aşamayacağını tartışmak da öyle. Benim kanıma göre barajı aşmak, imkânsız değildir, mümkündür ama çantada keklik de değildir, en az hata ve çok ciddi çaba gerektirir.
Önemli olan şu ki; barajı aşma hedefi eski anlamında değildir artık. Bu hedef salt Meclise daha fazla milletvekili sokmak olarak algılandığında, göze alınan riske değmez. Zira 35 yerine 50-60 milletvekiliyle Meclise girmek elbette önemsiz sayılamaz, bir başarıya işaret eder ama Meclisin siyasi dengelerinde stratejik bir değişim yaratamaz. Seçimlere parti olarak girme kararını alan HDP yönetiminin düşüncesinin de farklı olduğunu sanmıyorum. Riski en iyi hesap edebilecek olanlar riski üstlenenlerdir. HDP’nin aldığı kararı ben de riskli ama doğru ve desteklenmesi gereken bir karar olarak görüyorum.
HDP ve HDP
Burada kritik bir eşik var: Öyle görünüyor ki, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi, hatta ondan çok daha güçlü bir biçimde,bu seçim kampanyası boyunca da farklı bir HDP’den söz edeceğiz: “Türkiye Partisi HDP’den.” Sanmıyorum ama, barajın aşılamadığı durumda, Meclis dışında kalacak olan da HDP değil, “ Türkiye partisi HDP” olacaktır. Yani aynı partinin iki ayrı niteliğinden ya da nitelik değiştirmesinden söz ediyorum.
Türkiye partisi olma hedefi yeni değildir, HDP’den önce de vardı. O nedenle, o tarihlerde, yani daha HDP kurulmamışken, BDP için birçok kez “fiili ana muhalefet partisi” nitelemesi yapmıştım, ancak bu niteleme sembolik anlamdaydı ve yalnızca bir potansiyel duruma işaret etmekteydi. Şimdi ise Türkiye Partisi/Türkiyeli olma hedefiyle barajı aşıp Meclise girme kararı bambaşka bir anlam yüklenmiştir. Baraj böyle bir amaçla aşıldığında HDP sembolik anlamda değil reel anlamda “fiili ana muhalefet partisi” hüviyeti kazanacaktır. Böylece, bir bakıma, demokratik muhalefet boşluğunu doldurmuş olacaktır.
Fiili ana muhalefet partisi olma kuşku yok ki HDP’nin yeni politikalarına, yeni söylemlerine sıkıca bağlıdır. Bu gerçeği sayın Selahattin Demirtaş Cumhurbaşkanlığı seçiminde çok açık, çok çarpıcı ortaya koymuştu. Bu deneyin HDP içinde özümsenmiş olacağını umarım. Fakat benim asıl dikkat çekmek istediğim ve yazımın da ana fikrini oluşturan nokta başka yerdedir.
HDP’nin fiili ana muhalefet partisi olma niteliğini kazanması, ya da aynı anlama gelmek üzere, Türkiye partisi/Türkiyeli olabilmesi yalnız onun işi değil, yalnız onun çabalarıyla kazanılacak bir şey değildir.
Bu niteliğin kazanılmasında, Türkiye’nin önünde duran acil sorunların çözümü için demokratik muhalefet boşluğunun doldurulmasının ne denlihayati olduğunu kavrayan demokratik kamuoyunun son derece kritik rolü olacaktır. Başka deyişle, HDP’ye Türkiye partisi, fiili ana muhalefet partisi olma hüviyetini kazandıracak, onu Türkiyeli yapacak olan demokratik kamuoyu, özellikle de batı kamuoyudur.
Bir yandan etkili demokratik muhalefet ihtiyacının hareketlendirdiği demokratik kamuoyu, öte yandan yeni politikalar ve söylemlerle doğru zamanda, doğru yerde duracak HDP birbirleriylebuluştuğunda önemli gelişmeler doğabilir. Böyle bir buluşma barajın aşılmasını da garantileyebilir. Bu durumda HDP, yalnız artan milletvekili sayısıyla değil esas olarak genişleyen siyasi ve sosyal temsil gücüyle fiili ana muhalefet partisi olarak Meclis’te yerini alabilir.
İşte bu tarihsel anlamla yüklü bir hedef için risk göze alınır.
Bir deney
Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilir umuduyla kendi deneyimimizi hatırlatmak istiyorum. 1987’de komünist partisini yasala çıkarmak ve bunun için düşünce, inanç ve örgütlenme özgürlüğü önündeki antidemokratik engelleri, yasakları (Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 141, 142 ve 163. maddelerini) kaldırmak, Türkiye’nin 12 Eylül’den çıkıp demokrasiye dönebilmesi için “politik süreçlere aktif müdahale” reel politikasıyla ve “solda yenilenme “ tezleriyle TKP (tarihsel Türkiye Komünist Partisi) ve TİP (Türkiye İşçi Partisi) yöneticileri olarak yurtdışındanTürkiye’ye dönüş kararı almıştık. Bu kararımıza, o tarihlerdeki PKK de içinde, hemen hemen bütün sol örgütler karşı çıkmış, dönüşümüzü “düzene teslim olma” olarak nitelemişlerdi. Kimileri de Özal hükümetiyle gizli pazarlık yaptığımızı iddia ediyorlardı. Ama hayat, pratik, dönüşten sonra karşılaştığımız baskı ve şiddet bu görüşleri yalanlamıştı. Solda bize en hayırhah bakanlar bile dergilerinde, hesapsız risk üstlendiğimizi, başarısız olacağımızı ileri sürüyorlar, yasal engeller için “Bunlar duvardır, yıkılamaz, vurup kafanızı patlatırsınız” diye yazabiliyorlardı. Biz ise “demokrasi var diye değil, demokrasi için dönüyoruz, dönüşümüzün riskli olduğunu da biliyoruz, ama bu hesaplı risk almadır, başarı garanti değil ama mümkündür, güvencemiz ise yurt içi ve dışı demokratik kamuoyunun gücüdür” diyorduk.
Sonuç: Türkiye’deki düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki hem fiili hem de zihinsel engelleri kaldırma hedefimize ulaştık. Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) yasal olarak kuruldu. Bugün her isteyen bir komünist partisi kurabilir!
13 Ocak 1991 tarihinde Ankara’da yaptığımız TBKP’nin ilk yasal kongresine iktidar partisi ANAP dahil bütün partileri davet etmiştik, Ecevit’in partisi hariç hepsi geldiler ve konuklarımız olarak kürsümüzden olumlu konuşmalar da yaptılar. Böyle bir tablo dönüşümüzden önce hayal bile edilemezdi.
Gerçekten de çevremizde soldan liberallere, Müslüman demokratlara dek geniş bir dayanışma ve giderek yükselen bir demokratik kamuoyu yaratabilmiştik. Bu çevreler kuşkusuz komünist değillerdi, hatta komünizme hiç de sempatiyle bakmıyorlardı. O kadar ki, o tarihte yapılan kamuoyu anketlerinde komünizme sempatiyle bakanların oranıyla, “komünizme karşıyım ama ülkemizde komünist partisi de kurulabilmeli” diyenlerin oranı arasında uçurum vardı. Bu algı farklılaşması dönüşümüzün hemen ertesinde ortaya çıkmadı kuşkusuz, dönüşten sonra üç yıla yakın süren mahpusluklar, yeni tutuklamalar, işkenceler ortamında, halkın desteği, bizim ve demokrasi güçlerinin verdiği mücadeleler sonunda gerçekleşebildi.
Başarının sırrı komünistlerin özgürlüğü ile halkın özgürlüğü, Türkiye’nin acil demokrasi ihtiyacı arasında bağ kurmayı (eklemlenmeyi) becerebilmemizde yatar. Vicdanları kazanarak anti-komünizmi nispeten geriletebilmiştik. O tarihlerde oluşan radikal demokratik kamuoyu desteğiyle, henüz Moskova yerli yerinde duruyorken, “Moskova partisi” algısını kırabilmiş, “Türkiye partisi” olmuştuk.
Değişim sürecine fiili müdahalenin kapasitesi, değişim sürecinin kapasitesiyle doğru orantılıdır. Müdahale etmeden her iki kapasiteyi de önceden bire bir doğrulukla öngörmek, ya da ölçmek mümkün değildir. Bu noktada, yani risk alma noktasındaki momentte determinist mantık değil indeterminizm işler (atom altı parçacıklar fiziğinde olduğu gibi).
Bizim solda Syriza’ya güzellemeler yapılıyor, yapılsın (ama aşırı heyecana kapılmadan, başarıyı idealize etmeden), fakat acaba Syriza’nın temel dersleri ne kadar görülebiliyor? Görülemediği için hâlâ tepeden ittifaklarla ( “sosyalistler+CHP+HDP ittifakı” tezleri gibi) sonuç alınabileceği sanılıyor. Varolanların aritmetik toplamından bir varoluş çıkamayacağı bir türlü görülemiyor. At arabanın arkasında hâlâ. Soldaki partilerin her biri HDP’ye ayrı ayrı açık destek verseler ne kaybederler ki?
Oysa görmek gerekir, Yunanistan’da radikalleşen Yunan halkıdır. Yunan halkı radikalleşmiş olmasaydı sırf birleştiler diye radikal sol iktidara gelebilir miydi? Radikal solla bu halk doğru zamanda doğru yerde buluştular. Elbette süreç tek taraflı gelişmedi, yıllar içinde karşılıklı etkileşim, ciddi bir demokrasi ve sol birikim vücut buldu.
Kürt halkı uzun yılları kapsayan acılar, direnmeler, mücadeleler sonucunda radikalleşti; fakat aynı şeyi Türkiye’nin batısı için de söyleyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır. Gezi hareketi önemliydi ama tek çiçekle bahar gelmiyor (Dahası, hepsini kastetmiyorum ama, soldaki bu dar bakışlar bu hareketin orijinalliğini de gölgeledi). Radikalleşen Kürt halkının dinamizminin kendisi için olduğu kadar Türkiye’nin demokratik değişimi için de işlevli olduğu görülmeli.
Haziran seçimlerinin gündemi
Tayyip Erdoğan hâlâ gündemi belirleyen lider durumunda. Haziran 2015 seçimlerinin gündemine Başkanlık sistemi için kısmi Anayasa değişikliğini yerleştirdi. Bu hedefi kuru biçimde öne sürmüyor, “Yeni Türkiye” adıyla bir proje ile destekliyor. Yani beğenmesek de, sakıncalı bulsak da AKP’nin bir gelecek projesi var. Bu proje, 28 Şubat postmodern darbesiyle tanıştığımız 1930 Türkiye’sini model alan, bin yıl süreceği söylenen Kemalist devletçi, “Yeniden Ulusal kurtuluş” etiketli restorasyon projesine ( ki kanımca rafa kalkmış değildir) alternatif olarak Erdoğan/Davutoğlu ikilisi tarafından üretilmekte olan, Osmanlıyı model alan, “Yeni Türkiye” etiketli bir restorasyon projesidir. Her iki proje de, tarihten esinlenme yerine geriye öykünüyor ve merkeziyetçi, otoriter, vesayetçi milli/ulusal devleti temel alıyor.
Başkanlık sistemi merkezli “Yeni Türkiye” projesinin, halkın“öz güvenine” seslenerek toplumumuzun belirli kesimlerinde etkili olduğunu görmek gerekir. Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık sistemi için kısmi anayasa değişikliği gündemine karşı, bu sistemin kötülüklerini anlatmaktan ibaret bir karşı politika, negatif politika bu nedenle yeterli olmaz, pozitif bir alternatif proje önermek gerekir. Öyle ki, bu gündem seçim sonrasında da giderek çoğulcu demokratik bir toplum için taşlar döşesin.
Türkiye’nin geleceği için vizyoner projelere elbette ihtiyaç var ama bu projeler yalnız bir çoğunluğun iradesiyle ya da dayatmasıyla değil herkesin geniş katılımıyla şekillenmelidir; bu ise ancak çoğunlukçu değil çoğulcu, katılımcı demokrasi koşullarında mümkün olabilir. Türkiye’nin ihtiyacı her tür vesayetçiliğe son verecek çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü demokrasidir. Bunun somut ifadesi ise sıfırdan Yeni Anayasadır. Yeni Anayasanın nasıl olması gerektiği üstünde duracak değilim. Bu mesele çok tartışıldı, esasları biliniyor. Neredeyse her siyasi partinin, meslek örgütünün, sivil toplum kuruluşunun bir taslağı vardı. Hatta halkın da eğilimleri alınmıştı. Bu birikim nereye gitti?
AKP’nin Başkanlık sistemi için kısmi anayasa değişikliği gündemine karşı topyekün yeni Anayasa gündemiyle çıkmak sanırım doğru olur. Kuşkusuz seçim barajının kaldırılması ya da indirilmesi talebiyle birlikte. Bu talep etrafında demokratik bir kamuoyu yaratmak mümkün olabilir, hayata geçmesi kolay olmayacak, zaman alacak kuşkusuz, ama şimdiden kollar sıvanabilir. Seçim öncesi “Çözüm Sürecinde” olumlu bir gelişme olursa eğer, zaten yeni gelişmeler yeni Anayasa yapımına gelip dayanacaktır.
Sonuç olarak; Haziran seçimlerine, kısır bir seçim aritmetiğiyle değil Türkiye demokrasinin yakın geleceği noktasından bakmak gerek. HDP’nin barajı aşması Kürt halkından daha çok batı için hayatidir. Batı kamuoyu, içinde Kürt siyasi hareketine ciddi eleştirileri olanlar, kendini bu harekete yakın hissetmeyenler olsa bile HDP’ye demokrasi için, etkili bir demokratik muhalefet için verilecek destek ve dolayısıyla temsil yetkisiyle, batıdaki “anti-Kürt” algısını, nefret söylemlerinikırarak onu “Türkiye partisi HDP” yapabilir, Türkiyelileştirebilir. Halklar arasındaki barışın temeldeki güvencesi de bu değil midir?
Bu görev HDP’den çok bizlere, böyle bir dinamik kamuoyu oluşturmak üzere vatandaşlara, tek tek yazarlara, düşünürlere, sanatçılara, fikir çevrelerine, internet paylaşımcılarına, sivil toplum kuruluşlarına düşüyor.
Yorum Yap